Saadet'in Internet Dünyası

Wednesday, July 09, 2008

AHMETSİZ DAĞLAR

Hasan BEŞER

Tarih: 8 Temmuz 2008 Salı


-Ahmet ÖZAKYÜZ’ün aziz hatırasına-

Bu yazıyı okuyan pek çok insanın hüzünleneceğini, merhum kadim dostum Ahmet’in eşinin ve çocuklarının, ailesinin, sevenlerinin gözyaşlarına engel olamayacaklarını biliyorum.
Biliyorum ama bu yazıyı yazmadan edemiyorum…
Yayla mevsimi geldi mi herkesi bir heyecandır sarar. Kışın uzun ve soğuk günlerinden intikam alırcasına insanlar serin yaylalara koşarlar.
Hatta bazı sabırsız yayla tutkunları, karlar tam erimeden, yollar açılmadan çileli bir yolculuğu göze alır, yayla yolunu tutarlar. Zorlu yolculuktan sonra yaylaya ulaştılar mı kendilerini Everest’in zirvesine çıkmış dağcılar gibi hissederler!
Yayla Karadeniz insanı için vazgeçilmez bir tutkudur. Karadenizlinin yaylaya gidişi de yayladan dönüşü de şenlik havasında olur.
Günler öncesinden hazırlıklar başlar. Hayvanlar temizlenir, süslenir. Yol boyu horonlar tepilir, verilen molalarda soğuk pınar başlarında azıklar yenilir.
Gerçi şimdilerde herkes yaylaya arabayla gittiği için yukarıda tarif ettiğim geleneksel yolculuklar da artık bitme aşamasına gelmiştir.
Çocukluğumun yazlarının büyük bölümü yaylada geçtiği için, yayla mevsimi gelince benim de yayla özlemim depreşir. Yayla özlemi dindirilmez bir noktaya ulaştı mı hafta sonu da olsa, günü birlik de olsa mutlaka yaylaya giderim.
İşte yine yayla mevsimindeyiz. Şehirde insanlar kavrulurken, yaylalar püfür püfür esen rüzgârın etkisiyle serin mi serin. Yayla, artık özleniyor!
Özlem dolu günlerin ardından yaylaya gidiyorum.
Ama dağlar, sanki benim bildiğim, tanıdığım dağlar değil! İnanın dağları hiç bu kadar ıssız görmemiştim!
Sanki bütün mahlûkat kaybolmuş, bahar olmasına rağmen dağlar sararmış solmuş!
Şimdi çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği yayladayım…
Ama o en güzel günleri paylaştığım kadim dostum Ahmet artık yok!
Ahmet’in yokluğu acı bir gerçek olarak içimi parçalarken dağların, yaylanın eski anlamı olabilir mi?
“Şurada Ahmet’le inekleri otlatırdık” diyorum, hafızamı zorluyorum, ama ne Ahmet’ten ne de eski güzelliklerden bir şey bulamıyorum!
Güneş tam tepeden vuruyor!
Çömelmişim! Kaç saattir böyleyim bilemiyorum! Şakaklarım avuçlarımın içinde, avuçlarım terden sırılsıklam… Dirseklerim dizlerimin üzerinde, dizlerim sağanak altında…
Kim bilir kaç bin yıldan beri yaz kış demeden akan bir pınarın başındayım. Eğilip buz gibi suyundan kana kana içiyorum. Ama dudaklarımı sızlatan su, içimdeki yangını dindiremiyor…
Bu pınarın yanında kaç kez azık çantamızı açıp çoğunlukla kuru ekmek, peynir ve taze soğandan oluşan azığımızı yemiştik. Sonra buz gibi suyundan içip o dağ senin, bu dağ benim gezmiştik…
Günlerce kavurucu güneşin altında kalan derimiz çatlar ve soyulurdu. Derimizi yumuşatacak bir dirhem merhemimiz, kremimiz olmazdı. Bazen çatlayan, yara tutmaya başlayan derimize tereyağı sürerdik.
Her şeye rağmen kuşlar kadar hür, bulutlar kadar özgürdük.
Hava açıksa, duman çimenleri yalamıyorsa çoğunlukla Ahmet’le Kulatın Sırttaki taşın üzerine çıkar, yoldan gelip geçen arabaları sayardık. Çocuk halimizle o arabalardan birinin üzerinde olmayı ne çok da isterdik! O arabalardan birinden inecek tanıdık birinin bize bir çeyrek ekmek veya bir meyve uzatmasını hayal eder dururduk!
Bizim çocukluğumuzda, bugün pek çok insanın israf ettiği, çöpe attığı ekmeklere “cici moma” derdik. Cici moma, yani güzel mama, ekmek! Ekmek, bizim çocukluğumuzda gerçekten kutsaldı!
Asırlardır burada nöbet bekleyen başka bir taşın yanındayım. Ahmet’le hep bu taşın üstünde otururduk; Ahmet, elindeki çalıyla taşın yanı başındaki gözeyi karıştırırdı.
“Ses ver ey taş! Söyle Ahmet nerede?” diyorum, taş adeta “taş kesilmiş”, ses vermiyor!
Sonra Lapazanın Sırta dönüyorum, “Ahmet nerede? Can dostumu gördün mü?” diyorum. Sanki Ahmet, eski günlerde olduğu gibi karşı sırttan çıkıp gelecek, kuşburnu değneğini havaya kaldırıp “Geldim kardeşim, buradayım!” diyecekmiş gibi içimde bir his var. Ama Ahmet de yok, cevap da yok!
Çaresiz Kandaz Kayalarına dönüyorum. Şu karşıki hendekte Ahmet’le az mı “bacara taşı” toplamıştık. Bacara taşı, çürük, yumuşak bir çeşit kireç taşıdır. Çakı bıçağıyla peynir doğrar gibi doğrayabilirsiniz. Bulduğumuz taşları bıçağımızla yontar, küçük oyuncaklar yapardık.
Bak orada bir bacara taşı görüyorum, ama Ahmet yok! Ben Ahmetsiz bacara taşını neyleyim?
Bağırıyorum, haykırıyorum ama boşuna uğraşıyorum. Ne sesimi duyan oluyor ne de bana cevap veren…
Ses yok; sanki kâinat sükûta ermiş! Ne bir kuş cıvıltısı, ne bir atmaca sesi, ne bir sinek vızıltısı…
Dağ, taş dilsiz, lâl kesilmiş…
“Sesime ses verin dağlar!” diyorum, sadece Kulatın Sırttan esen rüzgârın uğultusunu duyuyorum.
Bir türkü düğümleniyor yüreğime, öfkeleniyorum; “Dağlar seni delik delik delerim, delerim!” diyorum.
Sesim Kandaz Kayalarında yankılanıyor. Sonra türkü, gönül pınarımdan akıp gidiyor…

"Dağlar seni delik delik delerim, delerim,
Kalbur alır toprağını elerim, aman aman…
Elerim aman aman, dumanlı dağlar…

Sen bir gara goyun, ben de bir guzu, bir guzu…
Sen döndükçe ardın sıra melerim, aman aman…
Melerim aman aman, dumanlı dağlar…

Dağlar senin ne garanlık ardın var, ardın var…
Lâle sümbül boynun bükmüş derdin var, aman aman…
Derdin var aman aman, dumanlı dağlar…

Elâlemin vatanı var yurdu var, yurdu var…
Benim yurtsuz galışıma n’edeyim aman aman…
N’edeyim aman aman, dumanlı dağlar…

Gurbet elde galışıma nedeyim, aman aman…
N’edeyim aman aman, dumanlı dağlar…"

(Sivas yöresine ait türkü-otantik hâli)

Son bir çare çiçeklere dönüyorum. Ne de olsa onlar taş değil çiçektir! Belki benim derdimi anlarlar! Belki bana bir haber verirler!
Çiçekleri bir başka severdik. Papatyalardan, yaban yoncalarından, bin bir çeşit kır çiçeklerinden demetler yapar koklardık. Hevesimizi alınca da zayi olmasınlar diye onları ineklerimize verirdik. Onlar da çiçeklerin keyfini çıkarırlardı.
“Söyleyin çiçekler Ahmet nerede? Kadim dostum en son sizi ne zaman kokladı?”
Çiçekler de dağlar, taşlar gibi dilsiz!
Ah dağların, taşların, börtü böceğin dili olsa da gördüklerini anlatsalar!
Çaresizim! Onları suçlamamak lazım!
Yine türkülere sığınıyorum. Çünkü biliyorum ki “Türk”ü söyler türküler.
Türk milleti, kültür geleneğinde derdini, tasasını, sevincini, coşkusunu türkülerle dillendirmiş. Türküler dile gelmiş, bizi anlatmış. Bir gün “koşma” olmuş coşturmuş, bir gün “semai” olmuş incecikten ruhumuza işlemiş, bir gün “varsağı” olmuş heyecanlandırmış, bir gün “ağıt” olmuş hüzünlendirmiş, bir gün “destan” olmuş gururlandırmış…
Türküler bizi anlattığı için yabancılar onlara önce “Türkî” demişler; bu Türk’e ait demektir. Kelime daha sonra “türkü” halini almış…
Yine dağlara dönüyorum. Gönlümde bir başka türkü düğümleniyor. Hüzün zirvelerine tırmanıyorum…

Dağlar “dağ”ımdır benim,
Gam ortağımdır benim,
Ağlatma zalim felek
Yaman çağımdır benim…

Oy nidem nidem nidem,
Oy nidem nidem nidem,
Gel seni alam gidem,
Evi barkı terk edem…

Bu dağlar olmasaydı,
Gül benzi solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı…

Oy nidem nidem nidem,
Oy nidem nidem nidem,
Gel seni alam gidem,
Evi barkı terk edem…

(Diyarbakır yöresine ait türkü-otantik hâli)

Evet, dostlar!
“Ölüm Allah’ın emri /Ayrılık olmasaydı”
Zor olan ayrılık! Hele giden güzel bir insansa, çok yakınınızdan biriyse, yeri doldurulamayacaksa…
Her şey insanla güzeldir. Güzel insanların olmadığı yerler, ne kadar güzel olsalar da anlamlı değildirler!
Kadim dostum Ahmet güzel insandı.
Zorlu hayat mücadelesinde hayal ufuklarını zorlamış, zirveye çıkmıştı.
Hep pozitif enerjiyle doluydu. Yüzünden gülücükler eksik olmazdı.
Kadirşinastı. Köye geldiğinde büyükleri ziyaret eder, hayır dualarını alırdı.
Evet, dostlar!“Ölüm Allah’ın emri /Ayrılık olmasaydı”Zor olan ayrılık! Hele giden güzel bir insansa, çok yakınınızdan biriyse, yeri doldurulamayacaksa…Her şey insanla güzeldir. Güzel insanların olmadığı yerler, ne kadar güzel olsalar da anlamlı değildirler! Kadim dostum Ahmet güzel insandı. Zorlu hayat mücadelesinde hayal ufuklarını zorlamış, zirveye çıkmıştı.Hep pozitif enerjiyle doluydu. Yüzünden gülücükler eksik olmazdı.Kadirşinastı. Köye geldiğinde büyükleri ziyaret eder, hayır dualarını alırdı.
Pek az insanın başarabileceği bir şeyi başarmıştı: Etrafında bir sevgi çemberi oluşturmuştu.
Oluşturduğu sevgi çemberi her geçen gün büyüyor, büyümeye de devam edecek…
Yeter ki bizler yitirdiğimiz değerlerimizi hatırlamaya devam edelim, onların aziz hatırasını yaşatmak için bir şeyler yapalım…

Hasan BEŞER



0 Comments:

Post a Comment

<< Home